RADİKAL FEMİNİZMİ YENİDEN ÇERÇEVELEMEK (1)
40.000 Yıl Boyunca Kadınlar Bizden Nefret Etmeyen Bir Dünyada Yaşadı: Bölüm 1
Esmée Streachailt
"Kadınların tarihi, kadınların özgürleşmesi için vazgeçilmez ve hayati öneme sahiptir... Kadınların geçmiş deneyimleriyle, ister iki haftalık enstitülerde ister seminerlerde olsun, kısa süreli bir temas bile katılımcı kadınlar üzerinde derin psikolojik etkiler yaratır."
—Gerda Lerner, Ataerkilliğin Yaratılışı
Bütün kalbimle istiyorum ki, varlıklı kadınlar bir araya gelip, Tanrıça Kültürü’nü dünyaya tanıtacak, Tutankamon’un Mezarı gibi görkemli bir sergiye fon sağlasın. Öyle etkileyici, öyle akıllıca tasarlanmış ve etkileşimli olsun ki, insanların zihinlerini açsın, dünyaya bakışlarını kökten değiştirsin. Yerleşimlerin ve büyük yerleşke alanlarının dioramaları, haritalar, zaman çizelgeleri; mümkün olan her türlü çömlek, alet, süs eşyası ve heykelcikle dolu bir sergi... Doğu Avrupa’daki müzelerden ve pek çok arkeoloji bölümünden ödünç alınabilir bunlar. Ve bu öykü, büyük müzelerde sıcak ışıklar altında sergilenmeli, herkes için ücretsiz olmalı. Her şehirde okul gezileri müfredata entegre edilmeli. Her politikacı, her büyük şirketin yöneticisi, her askerî yetkili bunu görmek zorunda olmalı.
Kadınların dünyasına dair bu imgelerin ve öykülerin erkeklerin zihninde yankılanmasını ve kadınları daha büyük hayaller kurmaya uyandırmasını istiyorum…
Max Dashú, çevrimiçi kursu Rematria: Ataerkiyi Yıkmak’ta bu farkı şöyle özetliyor:
"Ataerkil toplumlar, akrabalık ve sosyal düzeni baba soyuna göre şekillendirir ve kadınlar üzerinde cinsellik, üreme ve emek kontrolü kurmadan var olamaz, varlığını sürdüremez. Oysa anaerkil kültürler, anneliğin gözle görülür ve soyun anne tarafından bilinir olmasından doğar... Yani toprak bir klana ya da kabileye ait kabul ediliyorsa, baba soyunun izlenmesine ve bunun için kadınların baskı altına alınmasına gerek kalmaz. Dahası, bu topluluklardaki erkekler, toplumsal düzenlerini ve inanç sistemlerini yabancıların yargılarına ve müdahalelerine karşı savunur."
Anaerkil kültür ile ataerkil toplum arasındaki bu fark, tarih boyunca defalarca yaşanan bir karşılaşmayı anlatır. Eski Avrupa’nın Neolitik döneminden Avrupalıların Amerika’ya varışına kadar, sömürgeciler ve yerleşimciler, anaerkil yapılar içinde yaşayan İlk Halklarla karşılaştı. Avrupa’da, kadınları cinsel, duygusal, fiziksel ve devlet şiddetiyle boyunduruk altına alan ataerkil sistemin temelleri büyük ölçüde Yamnaya adlı bir halk tarafından atıldı. Avrasya steplerinden gelen bu pastoralistler, Hint-Avrupa dillerini konuşan tüm halkların atalarıydı. At sırtında, savaş arabaları, yaylar ve kılıçlarla Avrupa’ya girdiler—adeta Neolitik çağın yıldırım harekâtı gibi. Ve Eski Avrupa, böylesine bir vahşete hiç hazır değildi.
Çoğu modern feminist, burada ele alacağım tarih ve tarih öncesi dönem hakkında pek bilgi sahibi değildir. Bu anlatı, ikinci dalga feminist araştırmaların bir parçasıdır; ancak Zeusvari bir ataerkil tepki ve onun Athena misali üçüncü dalga kızı tarafından unutturulmuştur. Bu tarih, Avrupa’nın her zaman erkek egemen ve üstün olduğu yönündeki beyaz üstünlükçü hayalleri altüst eder; çünkü çok yönlü bir Tanrıça’ya dayanan ve kadınların sosyal ve ekonomik prestije sahip olduğu bir kültür gerçeğini ortaya koyar. Aynı zamanda, uygarlığın doğuşunun ataerkil şehirlerden değil, Avrupa’daki ataerkilliğin kökeninin Hazar Stepleri’nin uçsuz bucaksız topraklarından gelen savaşçı-çoban bir kültürün şiddetli göçüne dayandığını gösterir.
Buradan ayrıldığımızda, hem tarihsel hem de kültürel sınırların yeniden çizildiği bir yolculuk yapmış olacağız. Ve bu, günümüz feministlerine, kadınlar olarak aslında ne kadar fazlasını hak ettiğimizi, mevcut hedeflerimizin bile ne kadar dar kaldığını gösterecek.
ATAERKİLLİK ÜZERİNE REKABET EDEN TEORİLER
Feminist gelenekte, ataerkil düzenlerin Mezopotamya’dan Britanya Adaları’na kadar dünyayı nasıl ele geçirdiğini açıklayan iki temel teori vardır. Bunlardan biri tarihçi Gerda Lerner’in The Creation of Patriarchy (Ataerkilliğin Yaratılışı, 1986) adlı eserinde geliştirdiği teoridir. Diğeri ise arkeolog Marija Gimbutas’ın (1921–1994) kariyeri boyunca ortaya koyduğu yaklaşımdır. Bu iki teori, bazı yönleriyle birbirinden önemli ölçüde farklıdır ve aydınlatıcı bakış açıları sunar. Ancak aynı zamanda, her iki kadının da tam anlamıyla açıklamadığı şekillerde birbirini tamamlar.
Gerda Lerner’in Sosyalist Sentezi
Lerner’e göre, yaklaşık MÖ 4100’den itibaren Sümer’de militarize şehirlerin kurulması, büyük ölçekli tarımın başlaması ve derin sosyal ayrışmanın oluşmasıyla erkek egemen ve erkek üstünlüğüne dayalı bir düzen ortaya çıktı. Lerner, bu modelin daha sonra gelen “ileri” uygarlıklar tarafından da benimsendiğini savunur. Ona göre ataerkilliğin kökeni ekonomiktir: kaynakların kontrolü, iş gücü, üretim, artı ürünler ve servet birikimi. Bu teorinin büyük bir kısmı doğrudur, çünkü Mezopotamya’da gerçekten de böyle bir süreç yaşanmıştır.
Lerner, kadınların çocuk büyütme sürecinde doğal olarak savunmasız hale geldiğini ve başkalarına bağımlı olduklarını vurgular. Tarım da yoğun iş gücü gerektiriyordu ve kadınlar, erkekler tarafından yönetilen bu ekonomik düzenin bir parçası olarak emeklerini sunmaya zorlandılar.
Lerner’in argümanını en basit haliyle şu şekilde özetleyebiliriz:
Tarım öncesi dönem → Yerleşik hayata geçiş → Kentleşme → Servet birikimi ve sosyal tabakalaşma → Büyük ölçekli tarım → Artan iş gücü ihtiyacı → Erkeklerin, iş gücünü (çocuklar) kontrol etmek için kadınları baskı altına alması → Kadınların eve kapatılması ve erkeklerin projelerine hizmet etmeye zorlanması.
Lerner'in anlatımı, cinsiyetçi tahakkümün erkeklerin ekonomik çıkarlarına dayandığını vurgulayarak güçlü bir çerçeve sunuyor. Aynı zamanda, tahakküm ile sömürüye dayalı imparatorluk ekonomilerinin nasıl iç içe geçtiğine dair önemli ipuçları sağlıyor. Ancak Mezopotamya'daki gelişmeleri anlatırken, bu süreci “uygarlığın gelişimi”nin sanki doğal bir ilerleyişiymiş gibi ele alıyor ve “ataerkilliğin yaratılışı”nın her zaman aynı yolu izlediğini varsayıyor. Bunun tam olarak doğru olduğunu düşünmüyorum. Siyasal biçimler, primat topluluklarının yapısal evrimi gibi kaçınılmaz bir zorunluluk veya verimlilik ilkesiyle ortaya çıkmaz.
Marija Gimbutas’ın Yeni Metaanlatısı
Lerner’in anlatımı yanlış değildir; ancak Marija Gimbutas’ın ortaya koyduğu bazı temel gerçekleri göz ardı etmektedir (veya bilinçli olarak ihmal etmektedir). Gimbutas, ataerkilliğin kökenini Hazar Stepleri’nden gelen Yamnaya halkının göçlerine kadar takip etti. Bu topluluğu, büyük mezar höyükleriyle (taşın sınırlı olduğu bozkır bölgelerinde toprak hakimiyetini ve gücü göstermek için kullanılan pratik bir yöntem) ilişkilendirerek “Kurgan halkı” olarak adlandırdı. Onun bu teorisi, günümüzde Kurgan Hipotezi olarak bilinmektedir.
Gimbutas, Eski Avrupa’nın Tanrıçaları ve Tanrıları adlı eserini 1974'te, Avrupa’nın İlk Uygarlığı’nı 1980'de ve Tanrıça Uygarlığı’nı 1991’de, ölümünden hemen önce yayımladı. Yaşayan Tanrıça ise 2001’de, ölümünden sonra basıldı. Gimbutas, doğrudan kendi yürüttüğü arkeolojik kazılar aracılığıyla, Neolitik Avrupa’nın kalıcı yerleşimlerden oluştuğunu, bu yerleşimlerin bazılarında binlerce insanın yaşadığını ve temel geçim kaynağı olarak tahıl tarımına dayandığını kanıtladı. Elde ettiği bulgular, bu uygarlığın en az MÖ 7000’e kadar uzandığını gösteriyordu.
Kazı yaptığı bölgelerde ürün ve uygulamalar arasında güçlü benzerlikler bulan Gimbutas, bu kültürün Orta Avrupa, Ukrayna, Balkanlar, Yunanistan, Güney İtalya, Sardinya ve Girit’i kapsayan geniş bir coğrafyada var olduğunu savundu. Sonunda, Avrupa’nın tamamında bu uygarlığın izlerine rastladı. Ona göre Eski Avrupa, en az MÖ 7000’den MÖ 3500’e kadar varlığını sürdürdü—bu, Hristiyan çağımızın şu ana dek süren veya sürebilecek olan döneminden 1500 yıl daha uzun bir zaman demektir—ta ki bu topraklar, savaşçı-çoban, gökyüzü tanrısına tapan ve Proto-Hint-Avrupa dili konuşan bir halk tarafından istila edilene kadar.
Gimbutas’a göre, Eski Avrupa’nın dünyası, MÖ 4000-3500 civarında, doğudan gelen savaşçı-çoban topluluklarının yeni otlaklar ve topraklar arayışıyla başlattıkları şiddet dalgalarıyla sarsıldı. Kurgan kültürü son derece ataerkil ve hiyerarşik bir yapıya sahipti. Yerli erkek nüfusunun büyük bir kısmının katledildiği ve kadınların boyunduruk altına alındığı görülüyor. Gimbutas, Kurgan/Yamnaya halklarının göç dalgalarını, arkeolojik bulgular ile dilsel gelişim ve değişim tarihini birleştirerek takip etti.
MÖ 3500 civarında Karadeniz kıyılarında başlayan ve sonraki 1500 yıl boyunca batıya doğru ilerleyen bir kültürel sınır bulunmaktadır. Bu bölgede, Tanrıça heykelcikleri, zarif çömlekler ve Eski Avrupa’nın sanatsal süslemeleri kaybolur; bunların yerini bronz silahlar ve Yamnaya halkının gökyüzü tanrısına ait imgeler alır.
Gimbutas ayrıca at arabaları, Kurgan mezar höyüklerinde güçlü bir adamın yanına gömülen eşleri ve onunla birlikte kurban edilen atları keşfetti. Bu değişim, dilbilimcilerin Hint-Avrupa dil ailesinin doğuşu için önerdiği zaman çizelgesiyle şaşırtıcı derecede uyumluydu.
Bu veriler, Gimbutas’ı Dinyeper-Volga nehir vadilerine yöneltti. Araştırmalar, Proto-Hint-Avrupa dilinin ve bu halkın en erken kültürel izlerinin burada ortaya çıktığını gösteriyordu. Gimbutas, Otto Schrader’in 1883 tarihli bozkır teorisini, V. Gordon Childe’ın 1926’da yaptığı Hint-Avrupa dili üzerine çalışmalarını, James Mellaart’ın Çatalhöyük’te yürüttüğü arkeolojik kazıları (buna daha sonra değineceğiz) ve kendi bulgularını sentezleyerek, Kurgan kültürünün evrimini ve batıya, güneye ve doğuya doğru genişleme aşamalarını açıklayan kapsamlı bir tarih inşa etti.
İPTAL
Marija Gimbutas’ın Kurgan hipotezi, çoğu arkeolog tarafından “masal” denilerek şiddetle reddedildi. Gimbutas, birincil saha araştırmalarını, eserlerin çapraz referanslarını, kültürler arası dilsel karşılaştırmaları ve mitik ve dini sembollerdeki baskın karakterlerin ve motiflerin değişimlerini izleyerek birleştirdi. Bu disiplinler arası çalışma, onu uygarlığın başlangıç tarihini 3000 ila 4000 yıl geriye çekmeye, bu süreci hem erkeklere hem de kadınlara atfetmeye ve hikâyeyi Avrupa'ya taşımaya yönlendirdi. Gimbutas, Eski Avrupa uygarlığının hem avcı-toplayıcı hem de tarıma dayalı, animist ve tanrıça odaklı olduğunu; kadınların ve “dişil ilkenin” merkezde yer aldığı bu toplumların genellikle toplulukçu ve barışçıl olduğunu öne sürdü.
Kısacası, ebedi ataerkillik mitine karşı iki büyük günah işledi: İnsanlığın kökenlerinin barışçıl ve sanata düşkün toplumları içerdiğini iddia etti ve bulgularını kültürel ve antropolojik bir bağlama yerleştirmek için disiplinler arası yöntemler kullandı. O, yeni bir hikâye kurdu.
Bu hikâyede, Eski Avrupa barışçıl, kadın-merkezli, eşitlikçi, tarımsal, son derece sanatsaldı ve… Tanrıça’ya tapıyordu. Genellikle beyaz erkeklerden oluşan çağdaşlarının, “Bu da neyin nesi?” diye fısıldadığını neredeyse duyabilirsiniz. Gimbutas, konusunu ikna edici ve akıcı bir şekilde, açık bir dille yazdı; bu yüzden de kamuoyu önünde aşağılanmaya çalışıldı. Carol P. Christ, bir meslektaşının onun “akademik tarafsızlığının sorgulandığını” söylediğini hatırlıyor:
“Hint-Avrupalı bozkır göçebeleri gelmeden önce [Eski Avrupa’da] ayakta kalan şeye dair çekici bir tablo: Hint-Avrupalı göçebelerin vahşice yıktığı varsayılan soylu bir uygarlığa dair, modern feminizmin etkisiyle lekelenmiş pastoral bir imaj.”
Araya sokuşturulan o suçlama: Modern feminizmin etkisiyle lekelenmiş.
Metaanlatını topraktan bulup çıkardığın her bir parça ile dikkatlice inşa et; yine de kabul görmeyecek. Ataerkillik, açgözlülük ve şiddetten fazlasına dayanmaz ve bu yüzden her meydan okumayı bastırmak zorundadır. Geleneksel akademinin tepkisi, küçümsemesi ve acımasız iptali hızla geldi ve uzun sürdü. Bulgularını seçici olarak kullandığını ve disiplinler arası yorumlamalarında aşırıya kaçtığını iddia ederek, bu süreci Gimbutas’ın eski arkeolojik ortağı Colin Renfrew başlattı. Renfrew, İngiliz Arkeoloji Topluluğu’nun başkanı olduktan sonra, Gimbutas’ın önemli arkeoloji dergilerinde yayın yapmasını engellemeyi kişisel meselesi hâline getirdi ve Gimbutas'ın ölümünden kısa bir süre sonra DNA kanıtları ortaya çıkana dek karşıtlığını sürdürdü.
Heide Goettner-Abendroth (Modern Anaerkil Çalışmalar için Uluslararası HAGIA Akademisi'nin kurucusu), Renfrew’un Gimbutas'ın çalışmasının kendi araştırma alanını altüst edebileceğini kavrayacak kadar zeki olduğunu ve bu nedenle "karşıt teoriler yoluyla onun çalışmasını yıkmaya giriştiğini" belirtmiştir. Renfrew, Eski Avrupa'yı Hint-Avrupalılaştıranların "güney Rus steplerinden gelen atlılar" olmadığını, bunun çok daha önce, Anadolu'dan göç eden ve "zaten Hint-Avrupa kökenli ve ataerkil olan" ilk tarımcılarla gerçekleştiğini ısrarla savunuyordu.
Bu mantığa göre, erken dönem Minos/Girit tanrıça merkezli kültürünü kuran tarımcılar, aynı zamanda Hint-Avrupa dünyasının katliamcı kurucuları oluyordu.
Kazılarında Gimbutas, Eski Avrupa’daki 3.000 farklı alanda yaklaşık 30.000 heykelcik buldu. Zamanla tanrıça kültürünün sembollerini, feminist araştırmacıların aşina olduğu, yaklaşık 40.000 yıl öncesine tarihlenen Hohle Fels Venüs’ü⁸ gibi figürlere kadar takip etti. Ayrıca bu sembolleri, görsel ve mitolojik motifler aracılığıyla daha sonraki Yunan ve Roma tanrıçalarına bağladı.⁹
Şu ataerkillik meselesi ise, tarihsel zaman çizelgesinde ufacık bir kesitten ibaret.¹⁰ Goettner-Abendroth’un belirttiği gibi, Gimbutas bunu "anaerkil kültürleri incelerken ataerkil önyargılı araştırmacıların genellikle sergilediği çarpıtmalar ve mantıksal çelişkiler olmadan" yaptı (s. 31). "Bence bu saçmalık," dedi Renfrew, Signs Out of Time belgeselinde, kadınların pek iyi tanıdığı o kendini savunmaya çalışan küstah tavırla çenesini öne çıkararak. “Bütün bu farklı kadın figürleri Tanrıça ise,” diye ısrar etti, “bu bir metodoloji olamaz.”¹¹
Tıpkı günümüzün sosyal medya linçlerinde olduğu gibi, Gimbutas’ı ciddiye almanın dışlanmaya yol açacağını herkes hızla öğrendi. Sonuç olarak ya çalışmalarını görmezden geldiler ya da onunla alay ettiler. Bu mesafeli tavır, feminist tarihçileri bile etkiledi; örneğin, Lerner 1984 gibi geç bir tarihte bile feministleri Kurgan hipotezinden uzak durmaları konusunda uyarıyordu. 1980’lerde tarih, edebiyat ve antropolojiye hâkim olan erkekler için, kadınların tarih öncesi dönemde eşitlikçi toplumlarda bağımsız bireyler olarak yaşamış olması kelimenin tam anlamıyla düşünülemezdi. Gimbutas yanılıyor olmalıydı çünkü—burada onlarca yıllık arkeolojik eleştiriyi özetliyorum—herkes bilir ki erkekler her zaman kadınlara hükmetmiş ve kadınlar ekonomik ya da toplumsal açıdan kayda değer hiçbir şey icat etmemiştir.
Şimdi bile, Gimbutas’ın teorisinin doğrulandığı açık olmasına rağmen, New Scientist gibi yayınlarda bu yıkıcı, tecavüzcü savaşçı gruplarının Avrupa uygarlığının kurucuları olarak anıldığı makaleler bulabilirsiniz.¹² Çünkü ‘ebedi ataerkillik’ gerçekten ebedi olmalı, yoksa gerçekliği sorgulanır hale gelir, değil mi?
Bir toplumsal düzenin meşruiyetini onun ezelden beri var olduğu iddiasına dayandırmanın en büyük sorunu, bunun aslında doğru olmayabilecek olmasıdır. Erkekler, tanrılarının hayat yarattığını diledikleri kadar iddia edebilirler ama her tanrının bir annesi vardır—tıpkı her erkeğin olduğu gibi. Oedipal kıskançlıkların merkezindeki bu borç, tarih anlatımıza da işlemiştir.
1970’ler ve 80’ler ataerkillik için zor yıllardı. Gimbutas, 1974’te The Goddesses and Gods of Old Europe’u yayımladığında, ikinci dalga feminist spiritüalite hareketini tetikleyen birçok kitabın ortasındaydı. Bu kitaplardan bazıları—Gimbutas’ın kendi çalışması ve Mary Daly’nin Beyond God the Father’ı (1973) gibi—iyi araştırılmış ve güçlüydü. Woman Spirit dergisindeki (1974) bazı yazılar ve Merlin Stone’un When God Was a Woman (1976) gibi eserler ise ilham verici ve besleyiciydi, ancak feminist teselliyi biraz fazla zorluyordu.
Bu eserler, kadınlara mevcut sistemin dışında bir alternatif olabileceğini gösteren bir geleneğin ilk temsilcileriydi. Ve sırf bu yüzden, yani “kadınların Tanrıça’ya tapan antik toplumlarda daha iyi durumda olduğunu” ima ettikleri için, hâlâ küçümsenmeye ve alaya alınmaya devam ediyorlar.¹³
Bu bakış açısı, ataerkilliği insanlık için daha sağlıklı bir toplumsal düzenin tersine çevrilmesi olarak gören radikal materyalist feminizm için büyük önem taşır. Gimbutas’ın çalışmalarının yapıldığı dönemde, kadınlar "Sonsuz Ataerkillik Miti"ne ve onun erkek-merkezli küçük tanrısına karşı sert bir meydan okuma başlatıyordu. Bedenleriyle yeniden bağlantı kuruyor, evrensel ritimlere uyum sağlamak için davul çalıyor, mitleri feminist bir bakış açısıyla yeniden keşfedip yorumlayarak derinlemesine çalışmalar yapıyorlardı (örneğin Mary Daly, Starhawk, Max Dashú). Yeni bir sanatçı kuşağı da kadın motifleri ve tanrıça mitolojisiyle çalışıyordu.¹⁴ Bu kadınlar, ruhsal bir geri kazanım sürecine girişmişlerdi ki, erkekler böyle bir süreci yaşadığında neredeyse kutsal sayılırken, Joseph Campbell’in The Hero’s Journey ve The Power of Myth kitaplarını yayımlamasıyla Amerikan kamu televizyonu her iki kitabı da onu merkeze alarak dizi haline getirmişti.
Ataerkil düzenden memnun olmayanların başlattığı bu tepki dalgası, zamanla "uyumlu kadın" akademisyenlerin Daly veya Gimbutas’ı "nasıl yapılmaması gerektiğine dair ibretlik örnekler" olarak göstermesiyle devam etti (bir kadının, başka bir dünyayı ve onun karmaşıklığını anlatmak için beşeri bilimler disiplinleri arasında özgürce hareket etmesine nasıl cüret ettiğine bakın!). Üçüncü dalganın rüzgarıyla hızlanan bu tepki, "özcü" olarak görülebilecek her teoriyi yıkma çabasıyla devam etti. (Sonuçta feminist akademisyenlerin yapmaması gereken son şey... kadınları tanımlamaya çalışmak, değil mi?) Bu anti-feminist eğilim, Kadın Çalışmaları alanına da sızarak, Mary Daly, Luce Irigaray, Riane Eisler, Monica Sjöö, Barbara Mor, Carol P. Christ ve daha birçok kadını "aşırı romantizm"le suçlayan feminist akademisyenler aracılığıyla bir uyarı gibi yayılmaya başladı. Ancak bir sonraki feminist kuşaktan bazıları (benim kuşağım) bu suçlamaları, "Gerçek Özgürleşme Burada!" diyen bir işaret tabelası olarak gördü. Ve artık biliyoruz ki, Gimbutas (ve onunla aynı yolu izleyen kadınlar) yanılmıyordu.¹⁵
İNSAN GENOMU TARİHİN HARİTASIDIR — VE O TARİHİ TANRIÇA ENERJİSİ ŞEKİLLENDİRMİŞTİR
Klon koyun Dolly, 1996’da genetik olarak özdeş annesinden doğdu ve Marija Gimbutas, 1994’te son kitabını tamamlarken hayatını kaybetti. Onun Kurgan hipotezini doğrulayan genetik araştırmalardaki büyük ilerlemeler, ölümünden ancak iki yıl sonra mümkün hale geldi. O günden bu yana insan genomu araştırmaları inanılmaz mesafe kat etti ve arkeogenetikçiler, binlerce yıllık kemiklerden bile okunabilir DNA elde edebilecek kadar gelişmiş teknikler geliştirdi. Günümüzün adli DNA analizleri, Eski Avrupa’daki kültürel çalkantının, Kurgan halklarının gelişiyle çakıştığını gösteriyor. Bu halklar, Gimbutas’ın öngördüğü gibi, Pontik-Hazar steplerinden gelen Yamnaya Y kromozomu aracılığıyla izlenebiliyor.¹⁶ Bu araştırmalar, Hint-Avrupa dili konuşan grupların Avrupa’ya gelişinin sadece dil ve teknolojiyi değil, karşılaştıkları toplumların sosyal yapısını da köklü şekilde değiştirdiğini ortaya koyuyor. Ne Gimbutas ne de Lerner, yazdıkları dönemde bu tür bilimsel kanıtlara erişebilmişti. Ancak artık elimizde yalnızca toprak altında saklı kalıntılar, mağara resimleri, mitler ya da dilbilimsel temas ve yayılım tarihleri değil— nihayet somut bilimsel veriler / doğa bilimleri de var!
David Graeber ve David Wengrow’un The Dawn of Everything (2021) kitabında belirttiği gibi, Gimbutas toprak katmanlarını, dilsel evrimi ve kılıçların ve gök tanrılarının varlığını/yokluğunu (onlara “delici silahlar” diyordu) ilişkilendirmişti, ancak artık atalarımızın kemiklerindeki kodu okuyabiliyoruz. DNA kanıtları, Yamnaya halkının step bölgesinden Avrupa’ya doğru göç/istila dalgalarının yaklaşık MÖ 3500’den MÖ 2100’e kadar 700 yıl boyunca giderek ilerlediğini ve sonunda tüm Avrupa’ya yayıldığını gösterdi.¹⁷
İlgilenenler için Tides of History podcast’i bu dönemi ve bu yeni kesinliğe ulaşmayı sağlayan genetik adli tıptaki ilerlemeleri ele alan birkaç bölüme yer veriyor. Bu bölümlerden birinde bir akademisyen, Gimbutas’a büyük bir ölüm sonrası özür borçlu olunduğunu üzülerek belirtiyor.¹⁸
TANRIÇA KÜLTÜRLERİ YAYGIN VE KALICIYDI
Çok uzun zaman önce ve muhtemelen şu anda bulunduğunuz yerde, bir tanrıça ve onun eşi toplumsal ve dini yaşamın merkezindeydi. Şimdi yapmak istediğim, şehirleşme öncesi toplumların bize öğretilenden çok daha gelişmiş olduğunu gösteren bulguları ortaya koymak. Size insan dünyasının ne kadar eski olduğunu ve bu tanrıça inancına sahip toplumların ne kadar ileri seviyede olduklarını göstermek istiyorum. Erkekler, bu meydan okuma dolu on yıllar boyunca “uygarlık” kelimesini kıskançça kendilerine sakladılar. Ancak uygarlık, ataerkillikten çok daha eskidir ve ikisi bir arada ortaya çıkmamıştır.
Bu, kadınların bilmesi ve feministlerin akılda tutması gereken, çocuklarımıza ve tanıdığımız herkese anlatmamız gereken önemli bir bilgidir. Çünkü bu, bizim uzun bir süre bize düşman olmayan bir dünyada yaşadığımız ve geleceğimiz o dünyadan çok farklı görünse de yine de bize düşman olmayan bir dünyada yaşayabileceğimiz anlamına gelir.
Girit’in MÖ 1450’deki Miken istilasına kadar, tanrıça kültürleri gerçekten çok uzun bir süre boyunca varlığını sürdürdü.²⁰ Girit’e ilk yerleşim, MÖ 7000 civarında Anadolu’daki Çatalhöyük bölgesinden gelen çiftçiler tarafından gerçekleştirildi. MÖ 1450’ye kadar kadınlara saygılı, tanrıçaya tapan, geniş ticaret ağlarına sahip, savaşçı olmayan, güzelliğe ve duyulara önem veren ve yaşamı güzelleştirmeye adanmış bir kültür olarak varlığını sürdürdü. Ta ki Hint-Avrupa dili konuşan Miken Yunanlıları gelişmiş şehirleri ve sarayları yakıp, Minos/Girit boğa tanrısını canavar Minotaur’a dönüştürene kadar.²¹
Bu, en az 5.550 yıl süren, erkeklerin fiziksel olarak daha zayıf ama sağlıklı kadınlarla yan yana yaşadığı, insanların tarım ve ticaretle uğraştığı, bolluğun hem doğal bir gerçeklik hem de bilinçli bir şekilde sürdürüldüğü, erkeklerin tüm bu süre boyunca ne kadınları ne de tanrıçayı devirmediği uzun bir medeniyet sürecidir.
Bu, tüm tarih öncesi kültürlerin evrensel durumu muydu? Hayır. Ama bu önemli değil. Hristiyanlık Çağı’ndan 3.330 yıl daha uzun bir süre boyunca ve ataerkillik diye bir şeyin var olmadığı neredeyse o kadar uzun bir süre önce, dünya nüfusunun büyük bir kısmı bu şekilde yaşadı. Yamnaya halkının Akdeniz dünyasının çoğu üzerindeki “etkisinden” en az 1.500 yıl sonra bile Giritliler ataerkil halklarla ticaret yapıyor, ancak bu sert ve baskıcı gelenekleri benimsemeye gerek duymuyorlardı. Görünüşe göre Giritli erkekler, kadınları aşağılamadıkları ve onlarla uyum içinde yaşadıkları bu dünyada oldukça mutluydular.
Bu, insanlığın kültür ve tarımı benimsediği ancak erkek egemenliğini değil, bir hikayedir. Marija Gimbutas, bunu arkeoloji, etnografya, folklor, dilbilim ve mitolojiyi birleştiren disiplinlerarası bir yöntem olan ve "Arkeomitoloji" adını verdiği metot aracılığıyla anlattı.²² Her disiplinin yöntemlerini kullanarak bulgularının tutarlılığını karşılaştırdı ve akademik otoriteler onu bu yöntemi kullanmamaya teşvik etse de, kariyeri boyunca insan bilimlerinin mümkün olduğunca çoğunu bir araya getirerek çapraz kontroller yapmaya devam etti. Bulguları örtüştüğünde, Gimbutas bunların anlamına dair hipotezinde haklı olduğuna inanıyordu. Ve gerçekten de örtüşüyorlardı.²³
Kadınların tarihi, bu örüntülerde, imgelerde, metaforlarda ve izlerde yaşamaya devam ediyor—mitlerde ve masallarda. Bu nedenle, kadın tarihi ile feminist spiritüalite arasındaki sınır zaman zaman belirsizleşebilir. Ancak Gimbutas, Lerner, Blackie, Daly, Dashú, Eisler, Gadon, Mor ve Sjöö’nün, kadınları her düzeyde dışlayan bir dünyada yalnızca hayal ürünü bir geçmiş yaratmaya çalıştığını düşünmüyorum. Bence tek yaptıkları, gerçeği dile getirmekti.
TARIM KADINLARIN İŞİYDİ
Bildiğimiz en eski tarım, Bereketli Hilal’in kuzey ve batısında, yaklaşık MÖ 9500’de, Göbekli Tepe’nin inşası (MÖ 10.000) ile Çatalhöyük’ün kuruluşu (MÖ 7000) arasındaki dönemde başladı.²⁴ Göbekli Tepe yaklaşık 80 dönümlük bir alanı kaplıyor; bugüne dek yalnızca %5 ila %10’u kazılmış olsa da, tapınakların MÖ 10.000’e tarihlendiği, yerleşim izlerinin ise MÖ 9500’e kadar uzandığı tespit edildi.²⁵
Çatalhöyük, MÖ 7000 civarında ortaya çıkan ve MÖ 4000’e kadar varlığını sürdüren Anadolu-Mezopotamya kültür kompleksinin bir parçası olan Natuf kültürüne ait bir yerleşimdi. Yaklaşık 137 dönümlük bir alanı kaplayan bu şehir, 3.000 ila 8.000 kişilik bir nüfusa ev sahipliği yapıyordu. Kazıları büyük ölçüde James Mellaart yürüttü, ancak bu kazılar sırasında karşılaştığı kadına saygılı Tanrıça kültürü karşısında kendi gözlerine inanmakta zorlandı. Sonunda, Gimbutas onun raporlarını inceledi ve burada erkek egemenliği aramanın gereksiz olduğunu fark etti.
Sümer’in ilk şehirleri ortaya çıkmadan çok önce, insanlar bu bölgede ve başka yerlerde büyük yerleşimlerde yaşıyordu. Çatalhöyük’ün gösterdiği gibi, bu toplulukların birçoğu anaerkildi, Tanrıça’ya tapıyorlardı ve animist bir inanca sahiptiler. Kadınlar ise toplumda yüksek bir konuma sahipti:
“Çatalhöyük’te kadınların toplumsal önceliği açıktır. Evlerin çalışma ve uyuma alanları içinde, erkeklere ait küçük köşe platformu sık sık yer değiştirirken, kadınların çok daha büyük olan ana platformu hep sabit kalmıştır. Kadınlar, çapaları ve keserleriyle birlikte, ayrıca takılarıyla gömülmüştür. Çocuklar ya büyük platformların altında kadınlarla birlikte ya da daha küçük platformların altına gömülmüş, ancak asla erkeklerle birlikte gömülmemiştir—bu da toplumun anaerkil ve ana soylu bir yapıya sahip olduğunu gösterir.”²⁶
Diş ve kemik incelemeleri, bu yerleşimdeki kadınların erkekler kadar iyi beslendiğini ve sağlıklarının gözetildiğini ortaya koyuyor. Oysa ataerkil toplumlarda, yüksek statülü erkeklerin eşleri hariç, kadınların bu tür ayrıcalıklara sahip olmaması tipik bir göstergedir.
Tarım yapan topluluklar, MÖ 7000 civarında Anadolu'dan Avrupa'ya göç etmeye başladı. Bu, Uruk'un kuruluşundan (MÖ 4500) ve Sümer kültürünün başlangıcından yaklaşık 2.500 yıl öncesine denk geliyor. Çatalhöyük'ün Natuf halkı, tarımı ve tanrıçalarını Girit'e taşıyan insanlara yakındı. Uzun bir süre boyunca, tarım yalnızca "açık bir ovaya kıyasla daha geniş bir besin çeşitliliği sunan ormanlarda avlanıp toplayıcılık yapmayı tercih eden avcı-toplayıcıların terk ettiği bölgelere" yayılabildi. Ancak zamanla, Gimbutas'ın "Eski Avrupa" olarak adlandırdığı kültürler kıta genelinde yaygınlaştı. Birçok topluluk birbiriyle ticaret yaptı ve aralarında evlilikler gerçekleşti.
Bunu hayal etmek, içinde yaşadığımız Roma sonrası çağın etkilerini bir kenara bırakırsanız daha kolay olur. Unutmayalım ki hominidler 1 milyon yıl önce ateşi kontrol etmeye başlamış, Homo sapiens ise yaklaşık 300.000 yıl önce bugünkü karmaşık beyin yapısına ulaşmıştır. Gimbutas, Eski Avrupa'nın yerleşimlerini ve "mega-yerleşimlerini" incelerken bu insanların oldukça gelişmiş bir toplum olduğunu keşfetti. 2.000 yılı aşkın "tarımsal istikrar" boyunca, "maddi refahları, verimli nehir vadilerinin giderek daha etkin kullanılmasıyla sürekli olarak artmıştı."
DAHA GENİŞ KÜLTÜREL KÜMELERDEKİ KENTLERBu köyler ve küçük kasabalar, Cucuteni-Tripolye kültürünün büyük yerleşimleri ortaya çıkmadan çok önce varlığını sürdürüyordu. Graeber ve Wengrow, bu mega-yerleşimlere büyük bir hayranlıkla yaklaşarak, onları "genişletilmiş toplulukların somutlaşmış hali" olarak tanımlıyor. En büyüklerinden biri olan Ukrayna'daki Talinaky, MÖ 4100'den 3300'e kadar iskân edilmişti. Yamnaya göçüne yakın bir döneme denk gelen bu yerleşim, yaklaşık 300 hektarlık bir alanı kaplıyordu. Bu, Uruk'un kuruluş dönemindeki büyüklüğünden 100 hektar daha geniş ve yaklaşık 1.000 yıl daha eskiydi.
Bu mega-yerleşimlerde resmi bir yönetim veya ortak depolama alanına dair herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. "Hükümet binaları, tahkimatlar ya da Uruk'taki yükseltilmiş kamusal bölge Eanna ('Cennet Evi') benzeri yapılar" mevcut değildi. Buna rağmen, bu toplumlar büyük ölçekli bir kolektif yaşamı başarılı bir şekilde sürdürebiliyordu. Talinaky'de yaklaşık 1.000 ev bulunuyordu; her biri ortalama 5 x 10 metre boyutlarında, taş temelli ahşap iskelet üzerine çamur ve saman karışımıyla inşa edilmişti. Evler ve ev grupları ortak bahçeleri paylaşıyordu. Yapılar, dış halkadaki evlerin kısmi fakat açık duvarlar oluşturduğu, eş merkezli ancak tamamen kapanmamış daireler şeklinde düzenlenmişti. Merkezdeki alanın ise gerektiğinde tören alanı veya hayvan ağılı olarak kullanıldığı düşünülmektedir.
Bu tür yerleşimlerden birkaç tanesi, birbirine 6 ila 9 mil mesafede konumlanmıştı ve toplam nüfusun 10.000'in çok üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu halklar "buğday, arpa, fiğ, bezelye ve diğer baklagilleri" yetiştiriyor, "at hariç bugün Balkanlar'da bulunan tüm hayvanları" evcilleştiriyordu. Çömlekçilik, kemik ve taş işçiliği gelişmişti ve bakır işlemeciliği MÖ 5500 civarında Doğu Orta Avrupa'ya ulaşmıştı. Bu topluluklar, kendi içlerinde ticaret yapıyor ve zanaat becerilerini paylaşıyor, aynı zamanda daha geniş Tuna bölgesiyle etkileşim içindeydi.
Bu kültürlerin karşılıklı etkileşimleri yelkenli tekneler sayesinde hız kazanmıştı; MÖ 5000'den itibaren seramikler üzerine kazınmış tasvirlerde bu teknelerin varlığı belgelenmiştir. "Meyve bahçeleri, tarım arazileri, hayvan sürüleri ve ormanları yönetiyor; tuzu büyük miktarlarda ithal ediyor ve Balkanlar'dan düzenli olarak bakır tedarik ediyorlardı." Yerel kaynakları dengeli bir şekilde kullanırken geniş çaplı bir ticaret ağı kurmuşlardı. Kesinlikle ilkel ve dağınık bir yapıdan çok, organize ve sofistike bir toplumun izlerini taşıyorlardı.
Graeber ve Wengrow’a göre, ticaret sayesinde “kesinlikle bir artı ürün üretilmişti ve bu da bazı kişilerin stok ve malzemelerin kontrolünü ele geçirerek başkalarına hükmetmesi, ganimet için savaşması açısından büyük bir potansiyel yaratıyordu.” Ama bu gerçekleşmedi. “Sekiz yüzyıl boyunca ne savaşa ne de sosyal elitlerin yükselişine dair pek az kanıt var,” çünkü bu tür gelişmeleri engellemek için stratejiler benimsemişlerdi. Burada gördüğümüz şey, tahakküm ve hiyerarşinin kaçınılmaz olmadığı, yalnızca birer seçenek olduğudur.³⁷
Bu toplumlar karmaşık bir toplumsal örgütlenme geliştirdiler; zanaat alanında uzmanlaşmaya gittiler; sofistike dini pratikler uyguladılar ve hatta “ilkel bir yazı sistemine benzeyen” (MÖ 5300 civarı) işaretler kullandılar.³⁸ Arkeologlara göre, Ukrayna’daki bu evlerin ve toplulukların benzerlikleri ve farklılıkları, merkezi bir otoritenin dayatmasıyla değil, “yerel karar alma süreçleri ve yerleşimin bütünü için paylaşılan kavramsal bir çerçeve” doğrultusunda, aşağıdan yukarıya doğru şekillenmişti. Yani tam anlamıyla bir hükümet geliştirmemişlerdi; ancak bir tür konsey ve kolektif karar alma mekanizmasının işlediği anlaşılıyor.
Gimbutas, kültürel değerlerdeki farklılıkların yerleşimlerin tarzına ve konumuna dahi yansıdığını belirtiyor. “Hint-Avrupalılar, ulaşılması zor bölgelerde devasa surlarla çevrili tepe kaleleri inşa etmişti.” Buna karşılık, Gimbutas şöyle der:
“Eski Avrupa toplumları, yerleşim yerlerini doğal güzellikleri, su kaynakları, verimli toprakları ve hayvan otlaklarının varlığına göre seçmişti. Vinča, Butmir, Petrești ve Cucuteni yerleşimleri, savunma açısından değil, çevrelerindeki muhteşem manzaralarla öne çıkar. Ağır tahkimatların ve saldırı amaçlı silahların eksikliği, bu sanatsever toplulukların barışçıl karakterini gösteriyor.”⁴⁰
Birini geyik boynuzuyla öldürebilir misiniz? Evet, öldürebilirsiniz. Gerçekten gerekirse bir tükenmez kalemle bile öldürebilirsiniz. Bunlar insandı. Ama görünüşe göre yapmadıkları şey, mal veya kadın için baskın düzenlemek ya da birbirlerine tahakküm kurmaktı.
Gimbutas, bu iddiaları öne sürerken, 3.000 farklı arkeolojik alandan elde edilen bulgulara ve en az 30.000 adet “kil, mermer, kemik, bakır ve altından yapılmış minyatür heykelciklere… ayrıca sayısız ritüel kabı, sunak, tapınak ve hem vazoların hem de tapınak duvarlarının üzerindeki resimlere” dayanıyordu.⁴¹ İnsanlar, kendileri için önemli olan değerleri ve olayları anmak için çeşitli yollar geliştirir—bazen bunu on binlerce figürin yaparak gerçekleştirirler.
Avrupa’nın dört bir yanındaki çömlekler, kadın ve erkek figürinleri ile mağaraların, tapınakların ve geçit mezarlarının duvarları, Yaşam-Ölüm-Diriliş Tanrıçası’na dair ortak ama çeşitlilik gösteren inançları yansıtan imgeler ve sembollerle kazınmış ya da oyulmuştur. Eski Avrupa’da insanlar tapınakların ayrıntılı maketlerini yapar, içine kadın figürlerini tahtlara oturturdu.⁴²
Soyut işaretler Alt Paleolitik kadar erken bir dönemde ortaya çıkmış olup “V’ler, Y’ler, M’ler, P’ler, noktalar, yumurtalar, tohumlar, ‘oklar’ (↕, →), iki, üç veya daha fazla çizgi, dallanma motifleri ve dört ya da daha fazla bölüme ayrılmış kareler” gibi şekiller içerir.⁴³ Bu sembollerin birçoğu, Üst Paleolitik’ten Neolitik döneme kadar yaklaşık 15.000 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür.⁴⁴
MÖ 5500-5000 civarında, arkeolojik kayıtlarda “ilginç işaret kombinasyonları” görülmeye başlanır ve bölgenin çömlekleri, taş/kemik figürinleri ile diğer ritüel nesneleri üzerinde kazınmış ya da oyulmuş Tuna/Eski Avrupa yazısı ortaya çıkar.⁴⁵ Birçok örnek, “temel bir deseni değiştirmek için çizgiler veya noktalar gibi ayırt edici teknikler” kullanır ve bu sistem, Çince, Sümer, İndus ve Kolomb öncesi Amerika’nın logografik yazı sistemlerine benzeyen gerçek bir yazı sistemini andırır.
Eksik olan şey, Eski Avrupa yazısını çözmemizi sağlayacak iki dilli bir nesne ya da nesne grubudur.
Animizm ve Tanrıça Üzerine Kısa Bir Not
Şunu unutmamalıyız: Eski Avrupa insanları için tanrılar, bizim sandığımız gibi ayrı ve soyut varlıklar değildi. Tanrılar, şeyin kendisiydi. Güneş, tanrıçaydı; Ay, tanrıydı; Gök, tanrıydı. Toprak, nehir, fırtına, deprem, ovaları yakan ateş, onu söndüren sel, orman, dağ, çığ… Hepsi tanrıydı. Danu, nehirdi (Tuna adını ondan aldı), doğaydı; yaratan, besleyen, yok eden, öldüren bir tanrıçaydı.
Yani, “Gök Tanrısı” değil, sadece “Gök Tanrı”.
Büyük olasılıkla, Homo sapiens türü olarak ilk birkaç yüz bin yıl boyunca (Sümer’in kuruluşuna kadar) animizm, dünyayı anlama, onunla çalışma, mücadele etme ve onun hakkında hikâyeler anlatma biçimimizdi. Çevremizdeki hayvanlar ve bitkilerden çok şey öğrendik. Eğer halkınız yeni bir bölgeye yerleşiyorsa—ister 60.000 yıl önce ister yarın—ve oradaki ayıları ve geyikleri izleyip onların yediklerini yiyor, kaçındıklarından kaçınıyorsanız, zehirli bir şey yeme ihtimaliniz düşer. O bize böyle öğretir.
Biz her zaman analitik, örüntüleri fark eden ve oyunbaz bir tür olduk. Ama O bazen hatalarımızdan öğrenmemize izin vererek öğretir—zehirlenerek, aşırı avlanıp aç kalarak. Geç gelen bir donla meyveleri yok eder. Biz ona Anne deriz, ama unutmayın: O, yaşamın tarafındadır—sizin yaşamınızın ya da belirli bir mahsulün değil. O, zayıfları eler; bazen de gençleri.
Bugün, biz alegoriler, semboller ve soyut düşünceyle anlamlandırıyoruz dünyayı—Aydınlanma’dan beri giderek güçlenen bir eğilim bu. Biz, “-in” ile düşünüyoruz. Animistler ise metonimik düşünüyordu—güneş ve tanrıça, tek ve aynı şeydi.
Atalarımız animizmi derinden yaşayan insanlardı. Ormanda ve çayırda nasıl hareket edileceğini, neyin yenip neyin bırakılacağını hayvanlardan öğrendiler. Bu yakınlık onları daha az insan yapmadı; yangına ya da sele verdikleri tepkiyi daha az korkulu ya da daha az yaslı hale getirmedi—sadece, onları daha az yabancılaştırdı. O ve biz, sürekli bir diyalog içindeydik; biri diğerine emir vermiyordu. Gelgitler, soyutlanıp set çekilecek bir problem değil, hayatın doğal akışıydı.
Gruplar hâlinde, mızraklarımız ve köpeklerimizle, en tehlikeli avcılardan biriydik. Yenilmez değildik ama—ve burada kadınları da dahil ediyorum—muhtemelen şiddet konusunda yetkin olduğumuza ve bu dünyaya ait olduğumuza dair güçlü bir özgüvene sahiptik.
Bu diyalog, çalışmanın, yaşamanın, üretmenin, yaralanmanın, öfkelenmenin, hastalanmanın, ölmenin ve O’na geri dönmenin koşuluydu. Hatta O’nun kurban talep ettiği kültürlerde bile; çünkü O, bir sonraki nesli beslemeye her zaman hazırdı.
Toprağa ve çimene karışmakta, kargayı, wolverini, akbabayı beslemekte bir hizmet vardır. Gimbutas’ın bulduğu, insan göğüsleriyle, kalçalarıyla ya da üçgen kasıklarıyla tasvir edilmiş o arı, kedi, yılan, kuş, balık, kurbağa (!) tanrıçalarının hepsi… Aşkın olan ile dünyevi olan ayrı değildi; derinden ilişkili, iç içeydi.
Bu “ilkel” insanlar—animistler, panteistler, Tanrıça’ya tapanlar—ilk megalitik tapınakları, ilk kasabaları ve çiftlikleri inşa etmek için gereken astronomiyi, ölçüm bilgisini, kuşaklar arası işbirliğini ve su, yiyecek, taş gibi kaynakların karmaşık lojistiğini çözmüşlerdi. Üstelik bunu büyük ölçüde Buz Çağı sona ermeden önce yapmışlardı; Göbekli Tepe’nin 12.000 yıllık yaşı bunu açıkça gösteriyor. Bugün uzayın derinliklerinde, Dünya ile Güneş’in yerçekiminin birbirini dengelediği hassas bir noktada adeta çivilenmiş gibi duran dev bir gözlemevimiz var. Tam orada. Güneş’in etrafında bizimle dönen… James Webb Teleskobu olağanüstü bir başarı. Ama Göbekli Tepe de kendi çağında en az onun kadar büyük bir harikaydı.
ANADOLU’NUN, İLK TAPINAĞIN VE ERKEN BİR KENTİN HİKÂYESİ
MÖ 10.000 civarında, Natuf halkı (ya da onların yakın ataları), güney-orta Anadolu/Türkiye’de yer alan Göbekli Tepe’de ilk megalitleri inşa etmeye girişti. Yaklaşık 3.000 yıl sonra, benzer topluluklar Çatalhöyük’te en erken kalıcı kolektif yaşam düzenlerinden birini kurdu. Göbekli Tepe’deki megalitler, Sümer’in doğuşundan 5.000 ila 6.000 yıl öncesine aittir. Tapınak kompleksi, her biri yoğun süslemelere sahip 20’den fazla yapıyı içerir (ve yeni keşifler mineral bazlı boyaların da kullanıldığını göstermektedir). En büyük yapı 20 metre genişliğinde, 5,5 metre yüksekliğindedir. Terrazzo zemin döşemeleri vardır. Bazı yapılar rahim biçimini andırır ve astronomik olarak Sirius (Köpek Yıldızı) ile hizalanmıştır. Mitolojik hayvan ve insan figürleriyle oyulmuş en büyük iki sütun yaklaşık 50 ton ağırlığındadır. Bu tek höyük alanı devasa büyüklüktedir ve henüz büyük ölçüde kazılmamıştır. Üstelik Yukarı Fırat bölgesinde sekiz benzer alan daha vardır.
Bu insanlar büyük olasılıkla Tanrıça’ya tapıyordu. Göbekli Tepe’de güçlü kadın figürleri, vulvalar ve doğum imgeleri sıkça karşımıza çıkar—tıpkı 35.000-40.000 yıl öncesine tarihlenen en eski “Venüs” figürlerinde olduğu gibi. Aynı zamanda birçok tapınakta insan ve hayvan penislerinin de tasvir edilmesi, erkek enerjileriyle de güçlü bir bağlarının olduğunu düşündürmektedir. Buz Çağı’ndan çıkış sürecinde olan bu insanlar, bu anıtsal yapıları inşa etmek için gereken bilgiye ve teknik becerilere zaten sahipti. Bu da gösteriyor ki çoğu zaman yanlış temsil edilen avcı-toplayıcı atalarımız, ağır taş işçiliği ve su yönetimi içeren, kuşaklar boyu süren karmaşık ve işbirlikçi bir inşa sürecini yürütmek için gerekli teknik ve kültürel donanıma zaten sahipti. Tek ihtiyaçları olan şey, bir neden ve fırsattı.
Bugün, bu bölgenin tepeleri kuru ve soluk renklidir. Ancak 12.000 yıl önce, burası çok daha nemliydi; otlakları, ormanları, yenilebilir bitkileri ve av hayvanlarıyla cömert bir doğaya sahipti. Yaşamın zor olduğu değil, bolluğun hüküm sürdüğü bir yerdi. Neolitik halklar, tıpkı pek çok başka yerde olduğu gibi, burada göçebe dolaşıyor veya yerleşik hayata geçiyordu. Buralar, zevkin, güzelliğin ve bilginin yaratılması için zaman tanıyan yerlerdi.
Şimdiye kadar ortaya çıkarılan en büyük oda, bölgenin hayvanlarıyla süslenmiştir. Neredeyse hepsi erkektir ve neredeyse hepsi erekte penislerle tasvir edilmiştir. Bu görüntülerden, buranın Tanrıça’ya tapınan bir kültüre ait olmadığı sonucunu çıkarmak kolay olurdu. Erkek-egemen arkeolojinin tarih boyunca yaptığı sıçramalardan biri de budur. Ama burada dikkat çekmek istediğim bir nokta var: Erkek araştırmacılar, genellikle bir ipucunu ya da bağlamı fark edemezler, çünkü onu aramazlar. Çoğu hayvan, rahim biçimindeki odanın merkezine, içeriye doğru bakmaktadır. Hatta burada ve Girit dahil birçok Tanrıça-merkezli kültürde bulunan boğa başı bile—o bile—rahim şeklindedir.
Göbekli Tepe, uzaktan kolayca görülebilecek bir noktada inşa edilmiştir ve herhangi bir tahkimat içermez. Aynı şekilde, Çatalhöyük de tahkim edilmemiştir. Bu şehrin katmanları, yaklaşık 1.500 yıl boyunca kesintisiz yerleşim gördüğünü ve sürekli olarak üzerine inşa edildiğini gösterir. Çatalhöyük’ün kesin tarihlendirmesi kaynaklara göre değişir, ancak çoğu, onun MÖ 6000’lerde en parlak dönemini yaşadığını kabul eder. 32 dönümlük bir alanı kaplayan bu yerleşim, Bronz Çağı’ndan yaklaşık 3.000 yıl önce kurşun ve bakır metalurjisinin yanı sıra küçük aletlerin kullanımına dair bazı kanıtlar sunar. Varlığının büyük bir bölümünde, 5.000-6.000 kişilik bir nüfusa sahipti ve “yaklaşık 14 yapı katmanı derinliğinde” idi—MÖ 6250’ye kadar uzanan bir geçmişe sahipti. Yerleşim, sulama destekli tarım ve sığır yetiştiriciliğiyle birlikte avcılık, toplayıcılık ve balıkçılıkla besleniyordu.
Bunun feminizm ve kadın tarihi açısından anlamı şudur: MÖ 10.000 ile 4000 arasında, metalurji, gündelik şehircilik, astronomi, tarım ve anıtsal megalitik mimari gibi yenilikleri ortaya çıkaran halklar arasında kadınlar da vardı. Ve bu yeniliklerin büyük bir kısmı Tanrıça kültürüne hizmet ediyordu. Ataerkil toplumlar, bu uygulamaları geliştirmiş, genişletmiş ve bunlara dayanmış olabilir; ancak bunları icat edenler yalnızca onlar değildi. Bu toplumlar eşitlikçiydi. Yaşam ve çalışma alanlarında toplumsal statü veya prestij açısından büyük farklılıklar yoktu ve aynı durum mezarlar için de geçerlidir. Boyut, zenginlik veya eşyalar açısından büyük farklar görülmez. James Mellaart’tan Marija Gimbutas’a, David Graeber’e kadar pek çok arkeolog ve akademisyen, Çatalhöyük’ün büyük ölçüde yatay ve komünal bir sınıf yapısına sahip olduğunu kabul etmiştir. Kadınlar, kasabanın hem erken avcı-toplayıcı döneminde hem de daha sonra tarım ve avcılıkla beslenen karma ekonomisinde, gıdanın üretimi ve dağıtımı üzerinde muazzam bir güce sahipti.
Her evin katmanlarında ve yatakların altında önceki bir ya da iki neslin kemikleri bulunur. Gerektiğinde, tuğla, ahşap ve sıvadan oluşan yapı bir kat yükseltilir ve döngü tekrarlanırdı. Birçok evde, ölülerin sıvanmış ve süslenmiş kafatasları sergilenir ya da onlara tapınılırdı. Atalarınızın katmanları üzerinde uyur, onların kafatasları tarafından izlenir, belki de onlarla konuşurdunuz. Bu pratiği anlamanın birkaç yolu var, ancak bakım ve saygı bunların başında gelir. Ölümün de Tanrıça'nın bir parçası olduğu bir dünyada, bu ölüm-bakım biçiminin ne denli dolaysız ve iç içe olduğunu hayal edin.
Çatalhöyük’teki daha ‘tapınak benzeri’ mekânlardan ikisi, Tanrıça’ya hem yaşam verici hem de yaşam alıcı olarak adanmıştır. Yaşam verici olarak Tanrıça, kedi veya aslan yüzlü (bazıları ayı olabileceğini öne sürmüştür), kolları ve bacakları açık şekilde, üç boğa-tanrı doğururken tasvir edilir. Bu boğa-tanrıların, hilal ay ile ilişkilendirilen boynuzlu tanrı olarak eril ilkeyi temsil ettiği düşünülüyor. Boğa imgeleri, gerçek boğa kafatası plakaları ve boynuzlarının sıva formlarına gömülmesiyle oluşturulmuştur. Kafalar ve kafatasları (hatta tüm iskeletler) bu halk için derin bir kutsallık taşıyordu.
Natuf kültüründe Tanrıça, yaşam alıcı olarak akbaba formunda temsil edilir. Bazı bedenler veya onların parçaları, evlerin temellerine gömülmeden önce akbabalara bırakılmış gibi görünüyor. Ölülerini doğaya terk eden bir halk, insan bedeninin yapısını oldukça iyi biliyor olmalıydı. Bu tapınakta sıva heykeller yoktur, ancak duvarlar, yaklaşık beş ayak kanat açıklığına sahip dev akbabalarla boyanmış, onların önündeki başsız cesetlere hizmet ederken resmedilmiştir. Bu, son derece mantıklıdır—eğer ölülerinizi yatağınızın altına koyacaksanız, çürüyen etin yarattığı karmaşadan kaçınmak istersiniz.
Tanrıça, aynı zamanda Bakire (Maiden) ve Yaşlı Kadın (Crone) formlarında da mevcuttur. Bir Bakire figürü, saçları bulutlar gibi arkasında dalgalanarak dans ederken tasvir edilmiştir. Neşeli ve hayat doludur. Yaşlı Kadın ise genellikle ciddiyet ve güç yayan figürinlerde temsil edilir. Çatalhöyük’teki ilk kazıları yapan James Mellaart, bu inanç sistemini şöyle yorumlamıştır:
"Onların tek yaşam kaynağı olarak, Tanrıça tarım süreciyle, evcil hayvanların ehlileştirilmesi ve beslenmesiyle, çoğalma, bolluk ve doğurganlık kavramlarıyla ilişkilendirilmişti. Dolayısıyla, yaşamın her biçimini korumaya, çoğaltmaya ve yaşam ile ölüm, doğum ile yeniden doğuşun gizemleriyle bağlantılı ritüellere odaklanan bir dinin, açıkça erkeğin alanından ziyade onun alanına ait olduğu görülüyor. Erkek rahiplerin varlığı kesinlikle dışlanmamış olsa da, Tanrıça kültünün esas olarak kadınlar tarafından yönetildiği son derece muhtemeldir."
Yerleşik yaşama geçiş ve tarıma daha fazla bağımlılık, ataerkil bir toplumun ortaya çıkmasına neden olabilirdi, ancak bu kaçınılmaz değildi ve çoğu zaman da böyle olmadı. Çatalhöyük’ün 1.000 yıldan uzun süren varlığı boyunca herhangi bir savaş izine rastlanmamıştır. Çatalhöyük, "Orta Doğu Neolitik’inde kadınların üstünlüğüne dair kesin kanıtlar" sunar. Ancak "Mellaart’ın kadınların yüksek statüsüne dair sunduğu kanıtlar ya antropoloji ders kitaplarında görmezden gelinir ya da yer aldığı yerlerde… atlanır ve kadın figürinleri sadece bereketli anne tanrıçalar, şişman, hamile ya da pornografik nesneler olarak tanımlanır." Bu durum, feminist akademisyenler için hiç de yeni bir olgu değildir. "O bir tanrıça değil, bir Barbie bebek, bir mastürbasyon nesnesi…" gibi yorumlarla, kadın figürlerinin anlamı sistematik olarak küçümsenir. Bu, tam anlamıyla klasik bir ataerkil sado-ritüeldir.
Sado-ritüeller: Kadınsız ve tüm varoluşsuz Tanrıça’nın öldürülmesi ve parçalanmasıyla ilksel ataerkil mitik olayı yeniden yaratan ve pekiştiren ritüeller; Vahşi olanı ruhsuzlaştırmak ve yok etmek için tasarlanmış ritüeller; kadınlardaki Yaşam’ın bütünlüğünü ve yaratıcı ilahi güçleri yok etmeye yönelik ritüeller… Bkz. biyokırım, jinokırım.⁵⁶
Çatalhöyük, daha sonra Sümer’in kentsel kültürünün temel özellikleri haline gelen uygulamaların en erken örneğidir—toplumsal tabakalaşmayı teşvik eden ya da pekiştiren bu uygulamalar, coğrafi olarak ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, tarihsel süreklilik içinde bağlantılıdır. “Giderek gelişen arkeolojik anlayış, uzmanlaşmış idari kontrolün ilk sistemlerinin aslında çok küçük topluluklarda ortaya çıktığını” göstermektedir. Bu sistemler, Çatalhöyük’ün kuruluşundan yaklaşık 1.000 yıl sonra ve "uzaktan bile bir şehre benzeyen herhangi bir şeyden" 2.000 yıl önceye tarihlenmektedir.⁵⁷ İdari amaçla kullanılan geometrik kil jetonları, büyük olasılıkla belirli kaynak tahsislerini takip etmek için kullanılıyordu. Ancak bu tür idari düzenlemeler, servet, statü ya da siyasi güç hiyerarşisi kurmaktan ziyade, bu tür ayrımları dengelemeye yönelmişti. Ubaid dönemi, “metalurji, bahçecilik, tekstil, beslenme ve uzun mesafeli ticaret alanlarında yeniliklerin” yaşandığı bir dönemdi; ancak “sosyal açıdan bakıldığında, bu tür yeniliklerin hiyerarşi veya bireysel ayrıcalık sembollerine dönüşmesini engellemek için her şey yapılmış gibi görünüyor”—yalnızca haneler içinde değil, bölgedeki köyler arasında da.⁵⁸
Bu kültürel alışkanlıklar, ataerkil kültürlerin getirdiği yıkımlara rağmen, belirli topluluklarda uzun süre varlığını sürdürdü. Girit’te, sayısız fresk, mühür yüzüğü ve çömlek arasında savaşı yücelten tek bir sahne bile yoktur. Tek bir tane bile. Eisler’in kadeh kültürü olarak adlandırdığı bu yaşam tarzı, sürdürülebilir ve dayanıklıydı—insanların terk etmek ya da köklü biçimde değiştirmek istemediği bir şeydi. Sürekli olarak icat ediyor, yeniliyor, yaratıyor ve geliştiriyorlardı. Binlerce yıl boyunca (belki on binlerce), bu kültürlerdeki erkekler kadınları alaşağı etmeyi ve boyunduruk altına almayı seçmediler. Daha güçlü olabilirlerdi, daha fazla testosterona, cinsel güdüye ve kurnazlığa sahip olabilirlerdi… Ama onlar, gücü ve prestiji paylaşmayı, topluluğun yaşamını birlikte sürdürmeyi seçtiler.
Burada hepimiz için bir ders var.
DİPNOTLAR
Max Dashú, Lesson One: Searching for Withheld Knowledge, Rematria: Dismantling Patriarchy, Suppressed Histories Archive, Ocak 2024, suppressed-histories.teachable.com.
Marija Gimbutas, Civilizations of the Goddess, der. Joan Marler (Berkeley, CA: University of California Press, 1991), s. 8. Gimbutas’ın kazılarının çoğu bu bölgelerde gerçekleşmiştir.
"Kurgan hipotezi," Wikipedia, 30 Nisan 2024, en.wikipedia.org/wiki/Kurgan_hypothesis.
"Yamnaya kültürü," Wikipedia, en.wikipedia.org/wiki/Yamnaya_culture. CC BY-SA 3.0.
Gimbutas, Signs Out of Time adlı eserinde özellikle mısır tarımı, çömlekçilik teknikleri ve dokuma/ağ örme gibi faaliyetlerden bahseder. Bitkilerin gıda ve ilaç olarak kullanımı, balıkçılık ve küçük-orta ölçekli avcılık muhtemelen kadınların uzmanlık alanıydı. Graeber & Wengrow ile Goettner-Abendroth’un ele aldığı matrifokal kültürlerde, kadınların gıda depolama ve dağıtımını yönettiği görülmektedir; bu da onlara toplumsal statü kazandırmış olabilir. İzleyin: Donna Reed ve Starhawk, Signs Out of Time: The Story of Archaeologist Marija Gimbutas (2003), Voix Féministe, YouTube, youtube.com/watch?v=BjE2-H1R9Zs.
Carol P. Christ, "Reading Marija Gimbutas," NWSA Journal, 12.1 (Bahar 2000), 169-73, jstor.org/stable/4316715.
Heide Goettner-Abendroth, "A Critical History of Perspectives on Matriarchy," Matriarchal Societies: Studies on Indigenous Cultures Across the Globe (New York: Peter Lang, 2012), s. 1-42.
Figür, yaşam ve ölümün çift tanrıçasına ait sembollerle kaplı olabilir. Bu, oldukça gelişmiş ve belirgin şekilde kadın merkezli bir ruhani sistemi temsil eder. Bkz. James Harrod, "The Hohle Fels Female Figurine: Not Pornography but a Representation of the Upper Paleolithic Double Goddess," Journal of Archeomythology (Bahar 2011), s. 2, researchgate.net/publication/289671856.
Goettner-Abendroth, s. 31.
Her zaman olduğu gibi, erken taslakları okuduğu için Rebecca Bergfjord’a ve vahşi spirallerimi daha anlaşılır bir çizgiye oturtan dikkatli editörlüğü için Jane Clare Jones’a teşekkür ederim—tıpkı sohbetlerimizin de girdaplar oluşturup bir araya gelmesi gibi.
Reed ve Starhawk. Renfrew’ye haksızlık etmek istemem, ne kadar gönülsüz olsam da… Ama DNA çalışmaları onu utandırıp o malum özür dilemez "özrü" dilemeye zorlamadan önce bunu söylemişti.
Colin Barras, "Batı uygarlığının kurucuları tarihöncesi dönem uyuşturucu tüccarlarıydı," New Scientist, 7 Temmuz 2016, newscientist.com/article/2096440.
Christ, "Reading Marija Gimbutas."
Ve hâlâ öyledir. Avusturya merkezli The Dissident Goddesses’ Network’e göz atın: tdgn.at. Çalışmalarının bir kısmı The Dissident Goddesses’ Project (Viyana: Verlag für moderne Kunst, 2022) adlı kitapta toplanmıştır.
Ve bunu doğa bilimlerinin onayına ihtiyaç duymadan biliyordu. 1994’te hayatını kaybettiğinde The Living Goddess üzerinde çalışıyordu. Orada, Eski Avrupa’daki yaşam üzerine argümanlarını pekiştirdi: "Dinsel sembol ve işaret sistemi, geniş bir coğrafyada ve Paleolitik ile Neolitik dönemler boyunca gelişerek ilkel bir yazı sistemine dönüşmüştü… Kadın tanrının yaratıcı olarak tapınıldığı inanç sistemi, büyük olasılıkla var olan matrilineal, yani ana soyuna dayalı akrabalık düzenini yansıtıyordu." Kurgan definlerine özgü şef ya da "büyük adam" mezarlarına hiç rastlamadı; bunun yerine ana klan sistemlerine işaret eden ve "toplulukların rahibelerden oluşan bir konsey aracılığıyla karar alma süreçlerinde önemli bir rol oynadığına dair" kanıtlar buldu. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Minos (Girit), Yunan, Etrüsk, Bask, Kelt, Cermen ve Baltık uygarlıklarına ayrılmış bölümler bulunur; bu kültürlerde Eski Avrupa geleneklerinin izlerini sürer (Christ, "Reading," s. 171).
"Kültür dalgası" umarım böyle olmuştur. Daniel Zadick, "Bir avuç Tunç Çağı erkeği, Avrupa’nın üçte ikisinin babası olabilir," The Conversation, 21 Mayıs 2015, theconversation.com/a-handful-of-bronze-age-men-could-have-fathered-two-thirds-of-europeans-42079.
The Geographer, "Hint-Avrupa halklarının yayılma tarihi ve soy yüzdeleri," YouTube, 19 Ağustos 2022, youtube.com/watch?v=fNv3R1xS6so.
Patrick Wyman, 41-48. bölümler Tunç Çağı üzerine, Tides of History (podcast), Wondery, Mayıs-Temmuz 2021. Özellikle 46. bölümü dinleyin: "Antik DNA, Hint-Avrupa halkları ve Bozkır: Profesör David Anthony ile Röportaj," 24 Haziran 2021, wondery.com/shows/tides-of-history/episode/5629-ancient-dna-indo-europeans-and-the-steppe-interview-with-professor-david-anthony.
Görsel, Carol P. Christ, "Dance of the bees: Reading the language of the Goddess," Feminism and Religion, 1 Aralık 2014, feminismandreligion.com/2014/12/01/the-dance-of-the-bees-reading-the-language-of-the-goddess-by-carol-p-christ.
Christ, "Dance of the bees."
Arkeogenetik, Minos/Girit halkı ve Miken Yunanlılarının genetik olarak çok benzer olduğunu ve Anadolu çiftçilerinin Avrupa’ya göç etmiş torunları olduklarını göstermiştir. Minoslar ile Mikenler arasındaki ana fark, Mikenlerin yaklaşık %10 Yamnaya soyundan gelmesidir. Yamnaya ile teması, dünya tarihinde erkek egemenliğine dayalı sosyal düzenlerin tek nedeni olmasa da, Hint-Avrupa halkları için bu, önemli bir etkendir. Özellikle Iosif Lazaridis ve diğerleri, "Güney Avrupa ve Batı Asya’nın Antik ve Orta Çağ Tarihine Genetik Bir Bakış," Science, 337.6609 (Ağustos 2022), 940-51, science.org/doi/epdf/10.1126/science.abq0755.
Onun çalışmalarının mirası Institute of Archaeomythology'de devam etmektedir: archaeomythology.org.
Kitaplarının dışında, bu çalışma Signs Out of Time adlı belgeselde zarif bir şekilde özetlenmiştir, yukarıda alıntılanmıştır.
"İlk Anadolu çiftçileri, tarımı benimsemiş yerel avcı-toplayıcılardı," Max Planck Institute of Geoanthropology, 19 Mart 2019, shh.mpg.de/1236845/anatolia-neolithic-transition.
"Göbekli Tepe," Wikipedia, en.wikipedia.org/wiki/Göbekli_Tepe; UNESCO, Çatalhöyük başvuru dosyası, whc.unesco.org/uploads/nominations/1405.pdf; "Mezopotamya öncesi kültürler," Wikipedia, upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/e/ec/Mesopotamian_Prehistorical_cultures.jpg.
Ruby Rohrlich, "Sümer'de Devlet Oluşumu ve Kadınların Boyunduruk Altına Alınması," Feminist Studies (Bahar 1980), s. 79. Bu yerleşimin karmaşıklığını hayal etmek neredeyse imkansız; incelemesi yapılmış. İşte vizyonu yerleştirmenize yardımcı olabilecek birkaç kısa video:
Creation: The Story of God with Morgan Freeman belgeselinin ilk 15 dakikası, National Geographic, YouTube, 15 Mart 2022, youtube.com/watch?v=gwIb6S8suSs.
Gömmekle ilgili iyi bir video: Ian Hodder, Catalhöyük: 9000 Yıllık Bir Kasaba, Università di Catania, YouTube, youtube.com/watch?v=vmFKBf5OVoI.
İç mekanlar ve alanların nasıl kullanıldığına dair iyi bir video: History with Cy, "Çatalhöyük (Catal Huyuk) ve Uygarlığın Doğuşu," YouTube, 15 Şubat 2019, youtube.com/watch?v=mrxh2H7JlP8.
David Graeber ve David Wengrow, The Dawn of Everything: A New History of Humanity (New York: Farrar, Straus, and Giroux, 2021), s. 259.
Riane Eisler, The Chalice and the Blade (New York: HarperCollins, 1988), s. 53.
Graeber ve Wengrow, s. 290-91.
Bunlardan birisi hakkında detaylı açıklamalar yapan—biraz cinsiyetçi bir bakış açısıyla da olsa—harika bir 15 dakikalık YouTube videosu var: Dan Davis History, "Cucuteni-Trypillia Kültürü: Antik Avrupa Uygarlığı," YouTube, 3 Mayıs 2021, youtube.com/watch?v=Bk2Qbf1YQbI.
Graeber ve Wengrow, s. 291.
Graeber ve Wengrow, s. 291.
Marija Gimbutas, The Goddesses and Gods of Old Europe (Berkeley, CA: University of California Press, 1974), s. 18.
Graeber ve Wengrow, s. 293.
Dan Davis History, "Cucuteni-Trypillia Kültürü." Davis, Gimbutas’ın çalışmalarından bazı görüntüler ve zaman çizelgeleri almasına rağmen (bu oldukça açık), bilerek sadece savaşçı patriarkaların gerçek kültürün kaynağı olabileceği ideolojisine geri dönüyor. Erkek araştırmacılardaki bu refleks, bu noktada oldukça acı verici bir şekilde karşımıza çıkıyor—ne kadar çaresiz olduklarını görmek.
Marija Gimbutas, The Civilization of the Goddess (Berkeley, CA: University of California Press, 1991), s. 73.
Graeber ve Wengrow, s. 293-94.
Eisler, s. 13. Gerçekten de, Center for Archaeomythology şimdi bunun gerçek bir yazı biçimi olduğunu ve buna "Danube Script" adını verdiklerini iddia ediyor. Bakınız: archaeomythology.org/wp-content/uploads/2012/01/2008-vol4-intro1.pdf.
Graeber ve Wengrow, s. 295.
Gimbutas, Early, s. 7.
Eisler, s. 15.
Marija Gimbutas, The Living Goddess, der. Miriam Robbins Dexter (Berkeley, CA: University of California Press, 1999). 2. ve 3. bölümlere bakınız.
Gimbutas, Living Goddess, s. 42.
Gimbutas, Living Goddess, s. 45.
Gimbutas, Living Goddess, s. 49.
Gimbutas, Living Goddess, s. 114-15.
Fotoğraf Mary Harrsch, CC BY-SA 4.0.
Joshua Michael Schrei'nin The Emerald adlı podcasti, insan ruhunun birçok unsurunu ele alırken, çoğunlukla dünyevi bir hayata geri dönüşe odaklanıyor. İki bölüm, tarih ve pratikte animizmi ele alıyor: "Animizm normatif bilinçtir," Mayıs 2023, ve "Cansız nesneler cansız değildir (ya da nesne değildir)," Haziran 2023, spotify.com/show/1OwFblqZ7FIkLSW4rvbJEF.
Gimbutas, Goddesses, s. 144.
History Time, "Göbekli Tepe: Dünya'daki ilk tapınak mı? MÖ 10,000/antik tarih belgeseli," YouTube, 5 Ağustos 2023, youtube.com/watch?v=vX-Jc-Y3Mf5w.
Rohrlich, s. 79.
Elinor W. Gadon, The Once and Future Goddess (New York: Harper and Row, 1989), s. 26.
Çatalhöyük’te yeniden yapılanma, Wikipedia, fotoğraf Murat Özsoy.
Mellaart, Gadon’da, s. 37.
Rohrlich, s. 81.
Mary Daly, Jane Caputi ile birlikte, Webster's First Intergalactic Wickedary of the English Language (New York: HarperCollins, 1994), s. 94.
Graeber ve Wengrow, s. 420.
Graeber ve Wengrow, s. 420, 422.
Gadon, s. 28.